Eda Yiğit
BİR ARAŞTIRMANIN MUTFAĞINDAN GÖZLEMLER
PREKARYANIN GÖRÜNMEYEN ÖZNELERİ: PANDEMİ DÖNEMİNDE SANATÇILAR
Sanat alanında gerçekleştirilen araştırmalarda, tartışmaya açık metinlerde ya da projelerde, her bir sonuç ürünün görünen kısmının ardında, görünmeyen ya da gösterilmekten imtina edilen içerikler oluşabiliyor. Üretilen içeriklerin sonuçları kadar, özellikle arka planda farklı aktörlerle gerçekleşen iletişimin, birçok sorunun cevabını bulmaya yarayabileceğini varsayıyorum. Araştırmanın mutfağını şeffaflaştırmak, içinde bulunduğumuz konuları derinlikli ve farklı boyutlarda istişare etmemize aracı olabilir. Bunun için ‘Prekaryanın Görünmeyen Özneleri: Pandemi Döneminde Sanatçılar’ kitabının basılmasının üzerinden beş ay geçmişken, daha önce aktaramadığım yönlerini paylaşma ihtiyacı duydum. Bu süre zarfında araştırmacılar, sanatçılar ya da kültür-sanat alanında farklı pozisyonlarda çalışanlar ile araştırmanın etrafında tartıştıklarımızın katkısı oldu.
Aciliyete Dair
Hayat bizi bazen kendi dünyamızdan, bazen de dış dünyadan kaynaklanan acil durumlarla karşı karşıya bırakır. Bu tür krizlerin gerektirdiği eylemlerin aciliyeti, anlamlandırmaların kriz anlarının sonrasında inşa edilmesine yol açabilir. Önce eylem, arkasından inşa edilen anlam… Kriz ile fırsatı aynı cümlede kullanmak ve aralarında olası bir ilişki kurmak ise bana kalırsa tehlikeli; çünkü bakışımızı, politik duruşumuzu ve etik ilkelerimizi manipüle etme riski taşır.
Aciliyetler hızlı refleksleri tetikler. Normal saydığımız hayatı askıya almaya sürükler ve sirenler susuncaya kadar geleceğe fırlatır. Yaşamsal olan temel hak ve talepler için verdiğimiz mücadele rafa kalkar, görünmez hale gelir. Hak olan, hayırseverliğin alanında belirir ve kimileri için haysiyete gölge düşer. Bu yüzden, sanatçıların toplumun diğer kesimleri ile eşit şekilde değerli hissetmeyi hak ettikleri de düşünülürse birer prekarya olarak taleplerini sadece olağanüstü koşullarda değil sürekli ve kesintisiz olarak sürdürmeleri ve güçlerini birleştirmeleri gerektiği bir gerçektir. Gündelik hayata aciliyetlerle çit çeken pandemi gibi bir olgu, düşünsel üretimi hızlandırabilir, konsantrasyonu artırabilir fakat temel gelir talebinin kesintisiz olarak toplumsal mücadelenin konusu olması gerektiği açıktır. Dolayısıyla aciliyetler ortadan kalktığında hak talebinin sürdürülmesi önem taşır.
Boşlukları Dolduramayan Kurumlar
Sanat alanında yerleşik ve neoliberal kaynaklı bir sorun olarak esnek, kısa süreli, proje bazlı çalışma rejimlerini kapsayan nitelikleriyle -ve pandemiye özgü olmadan- prekarite konusunda yapılan az sayıda çalışma, bağımsız araştırmacılara ya da oluşumlara ait. Prekarite üzerine, bu kavramın değerini ve önemini yansıtacak şekilde nitel ve nicel araştırma yöntemleriyle tasarlanmış araştırmalar neden gerçekleştirilemiyor? Bu alanda nitelikli veri sağlayacak, sorunu enine boyuna tartışarak çözüme katkı sunabilecek bilgi ve fikir üretim ortamının oluşmaması neden kaynaklanıyor? Bu tür araştırmaların kurumlar tarafından yeterince yapılmama nedenleri arasında, bu kurumların prekaryanın öznesi olan sanatçılara karşı sorumluluk almaktan kaçınmaları ve bu sorunları görmezden gelme eğilimleri sayılabilir. Aynı zamanda kurumsal pratikleri etik olarak yeniden çerçevelendirerek mevcut alışkanlıkları dönüştürecek olmanın külfetini de hesaba katmak gerekebilir. Sonuçta bu alanda, kamuoyunda doğru sözü üretmenin de değişimin de bir yükü olacağı kesin.
Bir diğer konu, bu tür çalışmalarda en azından içeriği erişilebilir kılacak olan sonuç ürünlerin maliyetleri… Bu araştırma özelinde, bağımsız araştırmacı olarak benim ve gönüllü bir ekibin emeğini hibe etmesine rağmen dijital ya da basılı malzeme maliyetini karşılayacak bir kaynak bulmak gerekliliği doğdu. (Çalışmanın bir yayınevi aracılığıyla basılmaması, güvencesizlik konusunun doğası itibariyle okuyucuların kitaba erişimlerinin bedelsiz olarak sağlanma gerekliliğinden kaynaklandı.) Baskı maliyeti, kültür-sanat alanında faaliyet gösteren kurumların, kamu ya da yerel yönetimlerin desteğiyle değil de sektör dışı bir kaynaktan sağlandı. Kaynak arayışında adil, eşitlikçi ve şeffaf süreçlerin kurumsal ölçeklerde gerçekleşmesi yerine, araştırmacıların bireysel olarak müdahil olduğu ağlar aracılığıyla gerçekleştiği süreçler yaşanabiliyor. Bu yöntemle kurumların dışında yeni dayanışma pratikleri üretilirken kişisel çabalarla şekillenen bir üretim süreci ortaya çıkıyor.
Kültür-sanat alanında disiplinlerarası araştırmaların ve kolektif çalışmaların ekonomik anlamda desteklenmesi için spesifik kısıtlayıcı koşulların ve çok az sayıda kaynağın dışında akademik alandaki ve sanat alanındaki farklı aktörleri birbirine yakınlaştıracak ortamlar neden sağlanamıyor? Bu tür desteklerin insan kaynakları (sanatçı telifleri, yazar telifleri vb.) bütçe kalemleri içerisinde önceliksiz görülme sebepleri nelerdir? Projelerin ve mekânların hayatta kalması öncelikli olarak fonlanırken, bunları var eden aktörlerin geçimlik kaynaklarını başka yerlerden sağlamaya devam etmeleri dikkat çekici. Yapıları öznelerden ayrı düşünemeyiz. Yapıları desteklemek, onları var eden aktörleri de yaşatmak anlamına gelmeli; dolayısıyla emek sömürüsüne yol açacak önceliklerden kaçınmak önemlidir.
Sonuç olarak, araştırmanın elzem olduğu bir konuda prekaryanın doğasına uygun olarak belirsiz, öngörülemez, nereye varacağı meçhul ve gönüllü emeğin desteğiyle tesadüfler üzerine kurulu bir araştırma yolculuğu gerçekleşiyor. Konuya başka bir yönden bakılırsa, bağımsız araştırmacı rolünün bazen üretimi kolaylaştırdığı da söylenebilir. Kurumlara olan güvenin minimum seviyede olduğu bir ortamda araştırmacının sahada bağımsız bir aktör olarak pratiği daha engelsiz, daha hızlı ve katılımcıların daha destekleyici bir tavırda olmasına yol açabiliyor. Dolayısıyla kurumların destek biçimlerinde yaratıcı formlar üzerine düşünmeleri faydalı olacaktır. Bağımsız araştırmacıların araştırma alanlarının özgün ve özerkliklerini koruyabilecek pozisyonlarla genişletilmesi ve daha kolektif çalışma alanlarının açılması alana değerli bir katkı olur. Araştırmanın, malumun ilanı olan hazin sonuçlarına bakıldığında, sanatçıların yaşadığı güvencesizlik konusunda eyleme geçmek ya da gerçekçi çözümler üretmek için bu öneriler dikkate alınabilir. Aksi halde kendi sesinin yankısını işiten, gerçeği kavramakta yetersiz, metinlerin terminolojisi içine sıkışan ve ihtiyaçla eşleşmeyen pratiklerin üretildiği bir ortamda olumlu yönde bir değişim gerçekleşemiyor. Örneğin araştırmanın sonuç bölümünde, yerel yönetimlerin gerçekçi ve kalıcı çözümler üretmeleri konusunda paylaşılan tavsiye ve önerilere dair geri dönüş, katkı, yorum ya da düzeltme alınamadı. Üstelik araştırmaya erişimleri konusunda sarf edilen çabanın büyük ölçüde sonuçsuz kaldığını da belirtmek gerek. Çözüm talebini iletecek mecraya erişimin dahi problemli olduğu bir durumda umut barınmıyor.
Katılımcı Etkileşimi
Araştırmanın pandemi döneminde sanatçılara odaklanması olumlu karşılanmakla birlikte, kültür-sanat emekçilerini kapsayacak şekilde genişletilmesi, birkaç katılımcının özellikle vurguladığı önemli bir geri bildirimdi. Bu haklı talep, bu araştırmanın taşıdığı sınırlılıklar itibariyle gerçekleştirilemedi. Bundan sonrasında yapılacak olası araştırmaların, çerçevesini bu beklenti doğrultusunda çizmesi değerli bir katkı olacaktır. Araştırma pratiklerini örgütlemek, akademi ve sanat alanı arasındaki kopukluğun etrafını kültür-sanat alanında farklı nitelikler taşıyan aktörlerin kolektif emeğiyle çevirmek, bilgi ve çözüm üretim alanlarında yaratıcı araçları düşünmek değerli olacaktır.
Bir diğer dikkate değer geri dönüş, anketi dolduran sanatçıların yaşadığı şaşkınlığa dairdi. Sanatçıların içinde yaşadıkları güvencesizlik evreninin adını koyamamış olmaları ve soruları yanıtladıkça, kendilerini prekarya olarak adlandırmaya başlamaları ilginçti. Bu kadar yaşamsal bir gerçekliğin üzerine düşünülmemiş, olduğu gibi kabullenilmiş ve hatta normalleştirilmiş olması üzücüdür. Örgütlenmedeki zorluklar ya da çaresizlikler, eylem odaklı harekete geçmeyi zorlaştırıyor olabilir.
Araştırmanın sınırlarına dair, kime sanatçı denileceği ve sanatçının nasıl tanımlanacağı sorusu ortaya atılmıştır. İşletme alanında uzman bir akademisyen, katılımcıların sanatçı oldukları beyanıyla araştırmaya kabul edilmesini sorunlu gördüğünü paylaşmış, örneğin emekli bir öğretmenin sanatçı olarak kabul edilmesi argümanını öne sürmüştür. Bireyin sanat eğitimi alması sanatçı olarak tanımlanma koşulu mudur? Özellikle sosyolojik bir bakışla sanatçı olmanın öğretilecek/öğrenilecek bir şey olmadığı konusunu nasıl tartışabiliriz? Sanatçı için profesyonel ve amatör ayrımı yapılabilir mi? Sanat piyasasına dahil olmayan, sanatıyla değil başka işlerle geçimini sağlayan sanatçıları düşündüğümüzde profesyonellik nasıl açıklanabilir? Tüm bu soruların yanıtları tartışmaya açık. Bir sanat yazarının, araştırma yapmanın cesaret gerektirdiği yorumuyla da konuyu ilişkilendirmek mümkün. Sanatçı tanımı, meslek olarak sanatçılığı ele almanın zorlukları, akademik olarak bu sınırları tarif etmenin ayrıca bir emek gerektirdiği ve alandan farklı aktörlerle yapılacak tartışmaların yeni araştırmaların sınırlarını belirlemesi, alana değerli bir katkı sunacaktır.
Araştırmanın özet sonucuyla konuyu bitireyim. Katılımcıların %43’ünün 2000 TL ve altı gelir grubunda olduğu yani açlık sınırı altında yaşadığı, %31’inin sosyal güvencesinin bulunmadığı, %58’inin herhangi bir mülkü olmadığı, %64’ünün ekonomik destek (ebeveyn, büyük ebeveyn, partner, diğer akraba, fon, burs, SGK) almak zorunda kaldığı, %80’inin başka bir işte çalışma mecburiyeti taşıdığı, %13’ünün haftada 45 saatten fazla çalışmak zorunda olduğu, %36’sının atölyesinin olmadığı, %83’ünün bir galeri / kumpanya / müzik şirketi ya da bir yayınevi tarafından temsil edilmediği görülüyor. Şimdi biz bu sonuçları değiştirmek için bireysel, kolektif ya da kurumsal ölçekte neler yapabiliriz sorusuna cevap üretmeye mecburuz.